Zaman… Zaman
Zil sesi…telefon? Zil sesi…çalar saat? Zil sesi…cep telefonu!
Gözlerini açmakta zorlanıyordu Arın. Sanki kirpikleri kuvvetli bir yapıştırıcı ya da bir çift zımbayla tutturulmuş gibi bir histi bu. Acısız ama kesinlikle, kesinlikle tatsız.
Zil sesi. Cep telefonu. Ama nerede? Elini yatağın yanındaki komodine uzattı. Ne kadar içtim ki dün gece? Kaçta yattım ben? Telefonum nerede?
Yastığın altında buldu telefonu. ‘’Alo?’’ sözcüğü ağzından çıktıktan sonra fark etti Türkçe konuştuğunu. ‘’Oh, hello?’’
Merhabasız, günaydınsız, hemen konuya girdi müdürü: ‘’Müşteri nefret etti senin reklam filminden! Tüyleri ürpererek reddetti!’’
Hangi…? Müşteri ne zaman görmüştü ki filmi? Saat sabahın kaçıydı şimdi?
Ağır bir yağmur bulutunun arlından beliren bir anlık gün ışığı gibi dün akşamı hatırladı – dündü, değil mi? Evet, kesinlikle. Filmin montajını bitirip göndermişlerdi müşteriye.
‘’Ne zaman gördü de, ne zaman aradı seni? Saat sabahın…’’
‘’Yememiş içmemiş, akşam bakmış işte. Sonra hemen e-posta göndermiş. Sabah da…sen kargalarla ilgili bir şeyler söylerdin ya Türkçe, ‘Karga kahvaltı etmeden…’
‘’Karga bokunu yemeden!’’ Sesinin boğuk, çatallı ve titrek çıktığının farkındaydı Arın ama bu konuda yapabileceği bir şey yoktu. Aslında, umurunun köşesinde de değildi o anda.
‘’Herif senaryoyu onayladı, oyuncuları onayladı, sloganı onayladı, geldi, çekimi izledi…’’ Beynindeki gri hücreler uyanmış, son hızla saldırıya hazırlanıyorlardı, yavaş yavaş.
‘’Biliyorum, son bölümü beğenmemiş işte.’’
‘’Ama…’’
‘’Düşündüm hemen, yedek olarak çektiğimiz bir sahne vardı ya…’’
‘’Ama o…’’
‘’Eğer yeniden montaj yaparsak, son sahneyi değiştirirsek şu yedek olanla…’’
‘’Yedek sahne sona alternatif değildi ki.’’
‘’Eğer sonunu tamamen kesersek, bir şekilde yoruma açık bırakırsak; hani, kızın düşünceli bir şekilde baktığı kareyle bitirir, sonra ürünü yakın plan girersek…yani…çözüm budur gibi…’’
‘’Olmaz!’’
‘’Teklif ettim, olur diyor.’’
‘’Saat kaçta uyanmış bu adam?’’
‘’Bilmiyorum. Muhtemelen hiç uyumamıştır. Bak, yarım saatte burada olabilir misin? Montajı yeniden yaparız, araya da bağlantı olacak birkaç cümle ekleriz. Metin yazarlarından biri halleder o işi. Sonra, ürünü yakın plan koyup şöyle…’’
‘’Geliyorum,’’ dedi Arın.
Kahve. Sade bir kahve. Sütsüz ve şekersiz simsiyah bir kahve.
xxx
Londra’nın ‘katran karası’ olarak anılabilecek sabahlarından biriydi. Tam bir ışık yokluğu, gün ışığının kapkalın bulutlar arasından sızabilme zorluğu. Aslında, karanlık değil de doğal ışık yoksunluğu. Buydu işte kış ayları boyunca Londra’yı pençesinde tutan. Karanlık saat yedi buçuktan önce kalkmaz, saat dördü geçtimiydi de tekrar çökerdi ortalığa.
Arın taksi aramayı aklının ucundan bile geçirmedi o sabah. Nereden bulacaktı boş taksiyi? Bulsa bile kim bilir kaç saat sürerdi yoğun sabah trafiğinde yolculuk. Otobüslerse, insanlarla kaynaşan duraklardan yavaşlamadan geçiyorlardı. Bazen bir yüz, bazen bir omuz, insan anatomisinin değişik bölümleri camlara yapışmış olarak. O zaman, metro.
Arın hızla yürürken, cep telefonunun titreştiğini hissetti. Mine!
Arın ve Mine Londra’ya aynı yıl içinde gelmişler, neredeyse on yıl önce bir partide tanışmışlardı. Mine bir İngiliz’le evliydi o zamanlar; Arın çalıştığı reklam ajansının Londra merkezinde staj görüyordu. Kuzey Londra’daki Türk barlarından birinde, geç saatlere kadar süren bir partide başlayan arkadaşlıkları güçlenerek sürmüş, birbirlerinin en yakın sırdaşı olmuşlardı bunca yıldır. Mine kocasından ayrıldıktan sonra bile bırakamamıştı Londra’yı. Arınsa, kendisine staj gördüğü firma tarafından çok daha yüksek bir maaş ve çeşitli olanaklar sunulduğunda – yılda iki maaş ikramiye, ev kirası ve müşteri harcamaları için özel bütçe – hayır diyememişti. Yıllar önceydi bu; nasıl da çabuk geçiyordu zaman.
Sabahın solgun ışığında otobüs duraklarında insanlar gruplar halinde yığılmışlardı. Telefonun titreşimine giderek yükselen bir zil sesi eşlik ediyordu.
‘’Minecim, hayırdır; rüyanda mı gördün?’’
‘’Canım, ne haber? Bu akşam için aramıştım.
‘’Bu akşam…?’’
Kahretsin, kahretsin! Buluşacaktık bu akşam.
‘’Canım ya, çok özür dilerim. Acil bir şey çıktı…’’ Bu kim bilir kaçıncı iptal edişim kızı, diye düşündü utançla.
‘’Dördüncü kezdir aynı şeyi yapıyorsun. Tamam, zahmet etme; işinden alıkoymayayım seni.’’ Donma noktasının altındaydı Mine’nin sesi.
‘’Yok, bak gerçekten…’’
‘’Dert etme dedim ya, zamanın olduğunda ararsın bir gün.’’
Tık.
Hiddet, utanç, iç sıkıntısı, suçluluk duygusu…seç, beğen, al. İç güdüsel olarak savunmada karar kıldı Arın. Yılda üç ay tatil yapıp saat ondan dörde kadar çalışmak kolay tabii. Kendime bu ülkede, bu meslekte bir yer edinebilmek için nelere katlandım, nelerden fedakarlık ettim, kimsenin umurunda değil tabii.
Zırıl zırıl bir yağmur. Yürürken önünde etten bir duvar oluşturan insanlar…gerilim.
Telefon! Yine telefon.
‘’Annecim, ben seni sonra arasam…?’’
O ay belki yüzüncü kez, eğer annem Türkiye’de kalsaydı hayatım çok daha kolay olacaktı, diye düşündü Arın. Böyle düşündüğü için utanıyordu ama elinden başka bir şey gelmiyordu işte. Her iki kızı da Londra’da yaşadığından, babasının vefatından sonra, en doğrusu onu da buraya aldırmaktı tabii. Elektrik faturasından doktor randevularına kadar her şeyiyle küçük kızı Aslı ilgileniyordu gerçekte. Telefonda iki dakika konuşacak zamanı da esirgeyecek halim yok ya; ama sabahın bu saatinde…Hem ben de varlıklı bir Türk’le evlenip bir elim yağda bir elim balda yaşıyor olsam annemin faturalarını yatıracak zamanım da olurdu, her sabah birlikte kahvaltı edip sonra alışverişe çıkacak zamanım da.’’Ah, kız kardeşin de olmasa ben buralarda…’’ diye başlayan yakınmalara da maruz kalmazdım.
‘’…hem daha yeğenini bile görmedin.’’
Konuşmanın kaçırdığı bölümünü zaten ezbere biliyordu Arın ve bunu hatırlarken bile düşünceleri utanç, hiddet, bezginlik arasında gidip gelmeyi sürdürüyordu. Yine seç, beğen, al.
‘’Bu hafta sonu, belki….’’
‘’Tamam kızım. Çok da dert etme. Olmazsa mezuniyet törenine gelirsin, ya da nikâhına; hem de o vesileyle tanışmış olursunuz.’’
Tık.
Saat daha sekiz olmadan yüzüme iki kez telefon kapandı, diye düşündü Arın. Ama olaya olumlu yönden bakalım, annem ciddi bir şekilde ironi yapmayı öğrenmiş. Haklıydı aslında kadın. Doğduğundan beri görmemişti yeğenini. Kaç aylık olmuştu ki? Dört? Altı? O kadar da olamaz canım! Üstelik aynı şehirde yaşarken.
Doğumdan hemen sonra pahalı bir hediye alıp özel kuryeyle göndermişti ama aynı şehirde – şehrin öbür ucunda olsa da- özel ulakla doğum hediyesi göndermenin, hiç arayıp sormamak kadar büyük bir terbiyesizlik şeklinde algılanacağını düşünememişti. O zamandan beri araları biraz soğuktu kız kardeşiyle, telefon görüşmeleri de seyrekleşmiş, yalnızca hatır sormaktan ibaret kısacık konuşmalara dönmüştü.
Kendimi affettirecek bir şeyler düşünmeliyim, hep birlikte bir yerlere kaçsak birkaç günlüğüne. İçinde masaj salonu, bebek bakıcısı olan şu şehir dışındaki otellerden birine. Çalışmadığım ilk hafta sonu…Zaman, birazcık zaman bulabilsem.
Arın, bunları düşünürken metro istasyonuna doğru koşar adım yürüyordu. Yağmur ince bir sis perdesine dönüşmüş, havada dalgalanıyor, sert bir rüzgar bu perdeyi kaldırım taşlarına, gelip geçen arabaların pencerelerine ve yayaların şemsiyelerine sertçe çarpıyordu. İstanbul’dan alışık olduğu ‘sıkışık trafikte kendini yola atma’ yöntemiyle değişen trafik ışıklarına doğru ilerledi Arın. Hemen karşıya geçmezse uzun süre sıkışık kalmayacaktı bu trafik.
Canhıraş bir korna sesi. Koluna yapışan güçlü bir el.
Kaldırımın kenarında sendeleyerek durup kendisini çeken elin sahibine baktı şaşkınlıkla. Yaşlıca, beyaz sakallı bir adam. O gri, yağmurlu Londra sabahında çok yersiz kaçan açık renkli bir takım elbise giyiyordu adam ve görünüşe bakılırsa, önünden hızla geçen arabanın tekerlekleri arasında kalmaktan kurtarmıştı kendisini.
‘’Ah…ben…çok teşekkürler. Galiba hayatımı kurtardınız. Önüme bakmıyordum, ben…’’ Tedirgince gülümsedi Arın. ‘’Gerçekten, çok teşekkür ederim.’’
Adam kolunu bırakmıştı; ciddi bir ifadeyle bakıyordu Arın’ın yüzüne.
‘’Kötü bir zamanlama,’’ dedi. Yine de, bir iyi bir de kötü haber var. Her zaman öyledir, değil mi?’’
‘’Nasıl?’’
‘’Kötü haber, bu gün yaşamının son günü.’’
Rahatlama duygusu paniğe dönüşüverdi birden. Kimdi bu adam? Terörist? Tehlikeli bir akıl hastası? Silahlı olabilir miydi? Belki, yalnızca…
‘’Ne? Bakın, ben…’’
‘’İyi haber de şu: sonsuza dek yaşayacaksın bu günü. Tekrar tekrar, yeniden…ve yeniden.’’
‘’Kimsiniz siz? Ne oluyor?’’
Arın hızla geriye çekildi. Adamla arasına mesafe koymak, kalabalığın içinde kendini kaybettirmek, bir yerlere saklanmak geçiyordu aklından. Silahlı mı acaba? Bomba taşıyor olabilir mi?
Canhıraş bir korna sesi. Bir araba hızla geçti kaldırımın kenarından. Sürücüsü pencereden sarkarak bir küfür savurdu.
Kaldırımın üzerinde titreyerek duruyordu Arın. Son anda geri sıçrayarak kaçmıştı hızla akan trafikten. Ortalıkta açık renk takım elbiseli adam filan da yoktu. Açık renk giysili tek bir Allahın kulu yoktu o gri Londra sabahında.
Nereye gitti bu adam? Kimdi ki? Eğer teröristse…Polise bildirmem gerekir mi bu olayı? Geç kaldım zaten.
Tekrar etrafına bakındı. Hayır, açık renk giysili ve beyaz sakallı kimse yoktu görünürde. Şimdi, tekrar düşününce, adamın beyaz sakallı olduğundan bile emin değildi. Sakallıydı ama…Belki de beyaz bir yağmurluk giyiyordu, takım elbise değil.
Ciddi bir şekilde sarsılmıştı. Trafik ışıklarının değişmesini bekledi. Metro istasyonunun girişindeki büfeden bir kahve aldı. Eziliyordum neredeyse, ama o adam…hayal görmedim ya. ‘Bugün yaşamının son günü’ gibi bir şey dedi. Böyle garip bir şeyi uyduracak halim yok ya. Ama tam olarak neydi söylediği? Her şey öylesine hızlı olmuştu ki. Adam falan da yoktu ortalıkta.
Ayakta uyuyor olabilir miydim? Belki birilerinin konuşmasıydı duyduğum. Hayır, adam resmen kolumdan tutup trafiğin arasından çekti beni, ama çektiyse sonra nereye gitti? Hem o araba bütün bunlar olup bittikten sonra geçmedi mi bir saniye önce durduğum yerden? Hatta sürücüsü küfür etti bana. Sakallı adam yoktu ki ortalıkta o zaman.
Kahve sıcacıktı, biraz sakinleştirmişti Arın’ı. Neredeyse arabanın altında kalacaktım. Kaldırımdan geçen birilerinin konuşmasını duyup o korku içinde, bana söylendiğini sanmış olmalıyım. Ya da belki bir adam vardı orada, gelip geçen delinin biri işte. Her zaman aynı şeyleri söylemez mi onlar? Dünyanın sonu, tövbe edin, bu gibi zırvalar. Saat kaç?
Ofise vardığında sekiz buçuğa geliyordu saat; yaratıcı direktör odasının kapısında bekliyordu Arın’ı.
‘’Nerede kaldın?’’
‘’Hemen geldim işte. Dinle, çok garip bir şey oldu yolda.’’
‘’Eğer bu işi bugün çözemezsek çok daha garip şeyler olacak buralarda. Şimdi, düzeltilmeyecek bir şey değil aslında, hemen yapımcı firmayı ara…’’
xxx
Eve gelip televizyonun karşısına yığıldığında onu geçiyordu saat. Panik atlatılmış, reklam filminin müşteriyi rahatsız eden bölümü değiştirilmiş – o bölümden müşterinin neden birdenbire rahatsız olduğu konusuna, müşterinin kendisi da dahil, hiç kimse bir açıklama getirmemişti ama önemli değildi artık – yurtta ve dünyada barış sağlanmıştı. Bedenindeki her bir kas, her bir sinir ucu acı sinyalleri vermekteydi. Arın, önündeki şarap şişesine baktı, şarap kadehine baktı. Sonra dolaptan bir konyak kadehi alıp ağzına kadar şarapla doldurdu. İçki adabı ve sofra kurallarına dikkat edilecek bir akşam değildi bu.
Televizyonda, BBC sunucusu monoton bir sesle günün haberlerini yinelemekteydi: ‘’Bu sabah…hava sahasında kaybolan…uçağından hala bir haber alınamamış olup…’’
Bedeninde dolaşan ağrılar sinir uçlarından kopup bütün kemiklerine yayılıyorlardı sanki. Keşke kemiklerimiz olmasa, diye düşündü Arın. Denizanalarının kemikleri yoktur. Halinden şikayetçi olan bir denizanasıyla karşılaştım mı hiç? Hah! Kötü bir şakaydı. Ne zaman bitirdim ki ben bu şişeyi?
Televizyondaki sunucu şehir haberlerine gelmişti galiba: ‘’Sabahın erken saatlerinde Londra’nın…bir trafik kazasında…’
Arın kanepenin üzerinde rüyasız bir uykuya daldı.
GÜN 2
Zil sesi. Çalar saat? Cep telefonu! Cep telefonum nerede? Ben neredeyim? Ne kadar içtim ki dün gece? Yatağa nasıl yattığını bile hatırlamıyordu. Kanepenin üzerinde sızıp kaldığına emindi ama gecenin bir saatinde kendisini yatağa sürüklemiş olmalıydı bir şekilde. Telefon!
‘’Müşteri, nefret etti o filmden,’’ dedi müdürü telefonun diğer ucundan.
‘’Neyi? Neden? Yani, hâlâ mı? İstediklerinin hepsini yaptık ya!’’
‘’Biliyorum, biliyorum. Senaryoyu onaylamıştı ama…Bak, hemen gelebilir misin? Az önce konuştum müşteriyle; eğer son sahneyi kesip yedek olarak çektiğimiz bir sahne vardı ya, işte onunla değiştirirsek…’’
‘’Öyle yaptık ya dün! Söylediğin gibi yaptık ya! Daha ne istiyorlar ki?’’
‘’Neden bahsettiğini anlayamıyorum. Dinle, filmdeki bu değişikliğe bir tür uzlaşma diyelim. Neyse, koşarak gel buraya.’’
Arın kafasını toparlamaya çalıştı. Yanlış anlamış olmalıyım, filmin yeni hâlini de beğenmedi demek, başka bir değişiklik istiyor her halde. Bu böyle mi sürecek sonsuza dek? Her sabah uykusundan aynı film üzerinde yeni bir değişiklik isteyen müşterinin kaprisleriyle uyandırılmak düşüncesi geçti aklından. Önce ürperdi, sonra elinde olmadan gülmeye başladı.
Yine zırıl zırıl sağanak, yine karanlık, gri bir sabah, yine trafik. Zırrrr…yine telefon, Mine. Yine mi?
‘’Canım ya, dün akşam için çok üzgünüm, seni ekmek istemedim, gerçekten. İnanmayacaksın ama bugün de…’’
‘’Dün ne oldu ki?’’
‘’Buluşacaktık, işim çıktı ya. Çok affedersin. Kasıtlı olarak yapmadım.’’ Telefonun öbür tarafında kısa bir sessizlik oldu. ‘’Bu akşam buluşuyoruz Arın, tabii eğer bu kez da bir şey çıkartmayacaksan.’’
‘’Öyle mi dedik? Ama…ben gelemeyeceğimi söyleyince kızmıştın ya hani? Telefonu yüzüme kapatmıştın. Bugün için bir şey konuşmamıştık, çok eminim.’’
‘’Tamam Arıncım, yine ekeceksin madem, daha zekice bir bahane bulsaydın bari. Hani her zaman yaptığın gibi, işim çıktı, gelemiyorum gibisinden.’’
‘’Hayır, hayır! Mutlaka buluşmalıyız bugün. Bir şey oldu…yani…garip bir şey. Konuşmam lazım seninle. Nerede buluşacaktık?’’
‘’Kensington metro istasyonunun tam karşısındaki barda demiştik ya.’’
Dünkü gibi, aynı dünkü gibi.
‘’Peki, biraz geç kalsam bile bekle, n’olur. Bir yere ayrılma. Bir şişe şarap söyle, bir şeyler atıştır. Bekle beni; tuhaf bir şeyler oluyor.’’ Mine’nin cevabını beklemeden kapattı telefonu. Olacak şey değil, dün konuşmuştuk biz. Dün sabah, tam bu saatlerde; şeyden hemen önce.
Telefon! Ekranda arayanın annesi olduğunu görünce, hemen telesekretere yönlendirdi aramayı. İçinde panik benzeri, güçlü bir korku belirmişti.
Yaya geçidinden geçerken etrafa dikkatle göz gezdirdi Arın. Korna sesi duymadan geçti karşıya. Tabii beyaz sakallı bir adam da yoktu görünürde. En sonunda, birazcık da olsa normale dönüş. Şükürler olsun.
‘’Bunu daha dün yaptık!’’
‘’Bak tatlım, şu anda bir de senin için endişelenecek zamanım yok. Evet, burada hepimiz çok içki içiyoruz belki ama, dün içkiyi hepten fazla mı kaçırdın sen?’’
‘’Hayır! Ben…’’
Arın, altları kızarmış gözlerini ve hafifçe titreyen ellerini düşündü.
‘’Sorun o değil.’’
‘’Sevindim. Şimdi, bu sorunu bir halledelim, senin sorunun neyse onu da sonra konuşuruz.’’
Aynen dediğin gibi değiştirmiştik biz bu filmi. Prodüksiyon bölümü bir görsün, o zaman anlarsın kimmiş bellek kaybına uğrayan, diye düşündü Arın, yine de içinde büyümeye devam eden korkuyu engelleyemeden.
‘’Dün yaptığımız’’ sözcüklerini duyduklarında bomboş bakmak dışında en küçük bir tepki bile vermedi prodüksiyon bölümü istenen değişikliklere. Güne bir rüyadaymış gibi devam ederken hep aynı soru dolaşıyordu Arın’ın zihninde: Neler oluyor?
xxx
‘’Eeee…Neler oluyor?’’ dedi Mine, Arın’ı görür görmez.
‘’Bilmiyorum, garip, her şey bir garip,’’ Arın kadehinden büyük bir yudum aldı ve anlatmaya başladı.
‘’Yani, bugün dün yaşadığın her şeyi aynen tekrar yaşıyorsun, demek istediğim, sana öyle geliyor.’’ Alaycı olmaktan çok endişeliydi Mine’nin sesi. ‘’Öyle bir film vardı ya, baya eski bir film. Dur, neydi adı?’’
‘’Groundhog Day, Bugün Aslında Dündü mü, öyle bir şeydi, Türkçe gösterime girdiğinde,’’
‘’Tamam! İşte o. Ve biz, her akşam burada oturup aynı konuşmayı yapıyoruz.’’
‘’Hayır, söyledim ya, dün akşam buluşmamıştık.’’
‘’O zaman, her gün aynı şey olmuyor.’’
‘’Her günü bilemem, bu gün ikinci gün.’’ Yine o buz gibi ürpertiyi hissetti Arın.
‘’Bu konuda benim teorimi duymak ister misin?’’
Arın, yavaşça başıyla evetledi; aslında hiçbir teori duymak istemiyordu. Hiçbir şey duymak istemiyordu.
‘’Deja vu gibi bir şey bence,’’ dedi Mine, ‘’Stresten ve…’’, manalı bir şekilde şarap şişesine baktı Mine, ikinci şarap şişesi. ‘’Ve belki biraz da alkolden.’’
‘’Sabah uyanıp da, yahu eve nasıl geldim ben, diye düşünmekten söz etmiyoruz burada’’. Arın’ın sesi biraz sert çıkmıştı.
‘’Evet ama belki benzeri bir durumdan söz ediyor olabiliriz. En azından prensipte. Bak, lütfen söz ver bana. Bir doktora görüneceksin, tamam mı? Hemen, yarın.’’
‘’Peki,’’ dedi Arın, isteksizce. Her şeyi yeniden gözden geçirdiğinde, belki de haklıydı Mine. Reklam filmi konusu garipti tabii ki ama önsezi gibi, içe doğma gibi bir şey yaşamış olamaz mıydı ki? Geri kalan hiçbir şey aynı değildi dünle. Üstelik yaşlı adam filan da görmemişti bugün.
‘’Bir şişe şarap daha söyleyelim mi?’’ dedi, biraz rahatlayarak.
Saat sabahın erken saatleriydi eve vardığında. Körkütük olmasa da baya sarhoştu Arın. Üzerindeki giysilerle yatağa attı kendini. Ama uyumadan önce cep telefonunu kapatmayı akıl edebildi yine de.
GÜN 3
Ne kadar içtik dün? Dün müydü? Sabah oldu mu? Beyni çınlıyordu. Sanki kafasının dışında bir yerlerden geliyordu çınlama…değil. Telefon! Baş ağrısına boş verip yatakta doğruldu Arın. Telefon! Telefonu kapatmıştım ben. Kapattığımdan eminim. En son yaptığım şeydi, kapatmıştım.
Bu düşüncelerini haksız çıkarırcasına, sanki inat olsun diye ısrarla çalıyordu telefon.
‘’Hello?’’
‘’Hemen gelebilir misin? Müşteri…’’
‘’Filmden nefret ettiğini fark etti dün gece,’’ bir fısıltı halinde çıktı bu sözler dudaklarından.
‘’Hı? Sen nasıl…?’’
‘’Hastayım ben. Çok hastayım galiba; doktora…’’
Başka bir şey söyleyemeden cep telefonunu aramalara kapattı Arın. Bu kez kapalı kaldı telefon.
xxx
Kliniğin bekleme odasında, acil randevulara ayrılan ekranda adı belirinceye kadar uzun bir süre geçeceğini biliyor ama yine de gözünü ayıramıyordu ekrandan. Beyin tümörü ya da felç gibi bir şey. Beyin damarlarında nbir tıkanıklık belki de. Kimileri kısa, anlık zaman kayıpları yaşardı böyle durumlarda. Kendisininki de öyle bir şeydi herhalde. Kaybolan zaman dilimleri yerine aynı olayları tekrar tekrar yaşıyormuş hissi. Ne kadar ilerlemişti acaba hastalığı? Tedavisi var mıydı? Vardır tabii, beyin cerrahisi o kadar ilerledi ki günümüzde, erken teşhis edilirse…
‘’Yani, sürekli olarak aynı günü, aynı şeyleri yaşıyormuşsunuz gibi bir duygu; sürekli bir deja vu hissinden söz ediyorsunuz.’’
Kaç yaşındaydı bu doktor? Yirmi üç? On sekiz? Barlarda kimliği sorulmadan içki ısmarlayabilecek yaşta mıydı acaba?
‘’Aynı gün, evet. Dün de Çarşambaydı, bugün de. Ama olaylar farklı. Yani, aynı şekilde uyanıyorum, aynı telefonla ama…Tıpkı…’’ Mine bir filmden söz etmişti dün. Eski bir film.
‘’Eski bir komedi filmi vardı. Groundhog Day. Tabii gülünecek iç bir şey göremiyorum bu durumda. Size deliymişim gibi geliyor ama…beyin tümörü, ondan korkuyorum.’’
‘’Deli? O sözcüğü kullanmıyoruz,’’ dedi doktor.
‘’Peki, ne olduğunu bir anlarsak istediğiniz sözcüğü kullanırız.’’
‘’Görme bozukluğu, birden bire beliren kuvvetli kokular, herhangi bir uzvunuzda felç durumu olmadığını söylediniz. Daha önce teşhis edilmiş zihinsel bir hastalığınız da yok…’’
‘’Hayır, yoktu bir şeyim.’’
‘’Herhangi bir ilaç da kullanmıyorsunuz. Ya da…uyuşturucu…’’
‘’Hayır, hayır,’’ durakladı Arın, ‘’Son zamanlarda biraz fazla şarap içiyorum ama…’’
‘’Günde kaç ünite, örneğin?’’
‘’Bir buçuk, bazen iki.’’
‘’İki küçük kadeh…’’
‘’İki şişe.’’
Doktor yüzündeki hayreti gizleyemeyecek kadar gençti. ‘’Her durumda bazı tahliller yapmamız gerekecek; özellikle böbreklerinizin ve karaciğerinizin durumunu…’’
‘’Her ne oluyorsa, nedeni böbreklerim değil,’’ dedi Arın, bu kez sertçe.
‘’Hepsine bakacağız, MRA isteyeceğim. Bu belgeyle hastaneye giderseniz beklemenize gerek kalmaz. Röntgen içinse, hastaneden arayacaklar sizi.’’
‘’Peki, sonuçları…’’
‘’Bir haftaya kalmaz alırız. Bu arada, içkiyi azaltmanız, mümkünse tamamen kesmeniz gerekiyor.’’
‘’Ama, bakın, sonuçları almadan…yani, yarın tekrar aynı şeyler olacak.’’
‘’Yarın hiçbir şey olmayacak,’’ dedi Doktor, ‘’Şimdi biraz dinlenmeye çalışın. Bir haftalık rapor yazacağım size. Endişelenmeyin, beyin tümörü gibi bir şey olduğunu hiç sanmıyorum. Çok hafif bir sakinleştirici de vereceğim. Yemeklerden sonra alıyorsunuz bunu ve içkiden uzak duruyoruz, tamam mı?’’
Kliniğe geldiğinden daha büyük bir panik içindeydi Arın kapıdan çıkarken. Ne anlamı vardı ki bu tahlillerin? Sonuçlarını hiçbir zaman alamayacağım ki. Yine de…belki…hastane çok uzak değildi nasılsa. Ve belki de içki konusunda haklıydı doktor. Bu gece şaraba dokunmayacaktı, sakinleştiriciyi alıp erkenden yatacaktı. Alkolün beyin hücrelerini nasıl etkilediğini bilmiyoruz bile, diye düşündü. Belki…muhtemelen…
Eve vardığında, televizyonun karşısına geçip haberlere göz gezdirdi. Bir uçak kazası. Enkaz hâlâ bulunamamıştı. Şehir haberlerinde, sabahın erken saatinde meydana gelen bir trafik kazasından söz ediliyordu. Kazada yaralanan kadınını durumu ciddiydi. Londra Charing Cross hastanesine kaldırılan hastanın, falan filan.
Bu haberleri daha önce duymuştum ben.
Sabahtan beri kapalı olan cep telefonunu açtı. Annesinden bir mesaj vardı. Birkaç kez de Mine aramıştı. Bu akşam buluşacaktık. Defalardır arıyorum, belli ki çok meşgulsün diyordu son mesajı, zahmet edip bir haber verebilirdin, oh, neyse!
Diğer aramalarının hepsi iş yerindendi.
Yemek yemeden, dolaptaki şarap şişesine özlemle baktığı halde – o şarabı bitirmemiş miydim ben, yeni bir şişe almadım ki – bir damlasına bile dokunmadan yattı. Cep telefonunu kapattıktan sonra pilini çıkartıp yanına koydu.
GÜN 4
Zil sesi. Telefon. Panik! İçki içmedim. Her şeyi hatırlıyorum. Telefonun pilini çıkartmıştım. Pili olmadan çalamaz ki bu telefon!
Çalıyordu işte. Yanında pil filan da yoktu telefonun. Ve çalıyordu. Tüm bedenine yayılan bir panik duygusuyla telefona baktı. Üzerindeki numarayı görünce aramalara kapattı telefonu. Telefon bu kez de kapalı kaldı.
xxx
Yaklaşık bir saat sonra telefonu tekrar açtığında ellerinin titremesi geçmemişti hâlâ. İş yerinden bırakılan mesajları – ve Mine ve annesi – dinlemeye zahmet etmeden rehberdeki numaralardan birini aradı.
‘’Merhaba,’’
‘’Arın ben, rahatsız ediyorum seni…’’
‘’Arın! Ne münasebet! Nerelerdesin? Nasılsın?’’
‘’Pek…iyi değilim. Bir ricam olacak senden. Zahmet veriyorum ama…’’
‘’Ne oldu?’’
Ayrıntılara girmeden kendisini iyi hissetmediğini anlattı. Çok endişeliydi. Doktora gitmişti ama tahliller çok uzun sürüyordu. Harley Caddesindeki özel kliniklerden birine gitse bir gün içinde alabilirdi bütün sonuçları ama randevu için beklemek istemiyordu. Acaba…tanıdık bir başhekim…?
‘’Tabii ki! O kliniklerden birini yalnızca yaptırdığım kozmetik tedavilerle ayakta tutuyorum ben,’’ telefonun öbür ucundan yükselen kahkaha zorlamaydı biraz.
‘’Endişelenme. Kliniğin adresini mesajla geçeceğim. Başhekimin adını da. Bana beş dakika ver, adamı arayayım.’’
xxx
Randevuyu hemen o sabaha almıştı ama bütün sonuçların gelmesi öğleden sonranın geç saatlerini bulmuştu yine de. Çıkarılan fiyat ta astronomikti. Geçen gün restoranda hesabı bu kartla ödemiştim ben. Ama bu sabah tek bir harcama bile yoktu kartta. Klinikten randevuyu aldıktan sonra bakmıştı. Tertemiz.
Masallardaki harcadıkça yeniden dolan sihirli altın kesesi gibi. Harca harca bitmez, sonsuza dek.
‘’……. bir şey yok.’’
‘’Pardon?’’ Doktorun söylediklerini kaçırmıştı bir an için.
‘’Beyin röntgeni sonuçlarınızda diyorum, diğer tahlil sonuçlarınızda da, olağan dışı hiçbir şey yok. Tansiyonunuz biraz yüksek ama…çok tedirgindiniz, herhalde ondandır; bunun dışında tamamen sağlıklısınız.’’
‘’Tamamen sağlıklı bir şekilde deliriyorum yani,’’
‘’Biz o sözcüğü…’’
‘’Biliyorum, o sözcüğü kullanmıyorsunuz,’’ dedi Arın. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü aniden. Artık panik bile hissedemeyecek kadar yorgundu.
‘’Sorununuzun psikolojik olduğunu düşünüyorum, tavsiye edebileceğim iyi bir…’’
‘’Teşekkür ederim,’’ dedi Arın. ‘’Ben…ben yarın arayacağım sizi.’’
‘’Eğer tedavi edilmezse, bu tür psikolojik…’’
‘’Yarın,’’
Kaba davrandığının farkındaydı ama daha fazlasını dinleyemeyecekti o anda; yorgun…
Tüm yorgunluğuna karşın, süpermarketin içki bölümüne uğrayacak enerjiyi buldu, her nasıl olduysa. En pahalısından birkaç şişe şampanya aldı. Dolaba koyacak olursam, yarın sabah kaybolacak mı bunlar? Hepsini bu akşam içebilir miyim ki?
GÜN 9
Cehennem tekrardan ibarettir diyen hangi yazardı? Ya da öbür türlü müydü? Tekrarlar cehennemdir. Hangisiyse, İngilizcesi daha hoş geliyordu kulağa. Eğer cehennem gerçekten buysa, o kadar da kötü sayılmazdı hani.
Her sabah aynı telefonla uyanıyordu hâlâ ama telefona cevap vermeyi bırakalı çok olmuştu. Yağmurlu, gri bir Londra sabahında kalkıp bomboş bir buzdolabı buluyordu mutfakta. Bu da sorun değildi tabii. Süpermarkete kısa bir yürüyüş, gerekli alışveriş, sonra şampanyalı, havyarlı mükellef bir kahvaltı. Şişesi yüz Sterlinden şampanya! Eve dönerken, yolda, kuytu bir duvarın yanında oturan dilenciye birkaç yüz Sterlin vermeyi alışkanlık haline getirmişti. Yarın bunu hatırlamayacaksın ama bugün eğlen biraz. Birkaç şişe şarap da sen iç. Bir keresinde, şampanya şişlerinden birini bırakmıştı adamın eline; sonra da, adamın bunu dalga geçmek gibi göreceğini düşünüp biraz utanmıştı ama…nasılsa yarın hiç bir şey hatırlamayacak.
Geç başlayan ve uzun süren bir kahvaltıdan sonra biraz televizyon. Televizyondaki haberler hiç değişmiyordu ama izleyebileceği binlerce film vardı uydu televizyonu ve Netflix’de. Sonra belki kısa bir öğlen uykusu.
Öğlen uykusundan uyandığında hâlâ aynı günde olduğunu keşfedince umutlanmıştı ilk gün. Eğer yalnızca saatleri değiştirebilse düzen bozulacaktı belki. Çalar saati çok erkene kurmayı denedi, uyumadan bütün gece ayakta kalmayı denedi…olmuyordu. Ne kadar kahve içerse içsin, ne kadar kafein hapı alırsa alsın, bir yere oturduğu an uykuya dalıyordu gece geldi mi. Sabah, telefon çalmadan önce uyanabilmek için cep telefonunun saatini ayarlamış, telefon uyandırma servisini aramış, hatta gidip o eski tip çalar saatlerden almıştı. Faydasız. Telefon uyandırma servisi aramamış, aldığı çalar saatse esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmuştu ertesi gün. Satın aldığı her şey gibi.
Daha dün – dün müydü yoksa evvelki gün mü, hatırlayamıyordu artık – süpermarketi boş verip büyük bir alış veriş merkezindeki restoranlardan birinde kahvaltı etmiş, ardından da ciddi bir alışveriş terapisine kalkışmıştı. Pahalı kıyafetler, parfümler, takılar…ertesi günse, fabrika ayarlarına dönüş. Ne yazık ki, şampanya şişeleri ve çalar saat gibi dolabındaki yeni giysiler kayboluvermişti ortadan.
Sonsuza dek böyle yaşayabilirdi insan; hastalık yok, muhtemelen ölüm yok. Tekrarın cehennem olduğu doğru değildi belki de. Eğlenceyle geçirebileceği bir sonsuzluk…
xxx
Kaçıncı gün olduğunun hesabını tutamıyordu artık. Ama bir sabah, kendisini uyandıran o ilk telefonu kapattıktan sonra bir numara çevirdi Arın.
‘’Ben de seni arayacaktım şimdi,’’ dedi annesi.
xxx
Çok güzel bir gün geçirmişlerdi. Önce annesine gitmişti Arın, sonra annesiyle birlikte kız kardeşine, oradan da hoş bir restorana yemeğe gitmişlerdi. Minik yeğenini kucaklayıp bol bol sevmişti. Ne kadar küçük, ne kadar sevimliydi bebek. Bunu daha önce yapmadığı için kızdı kendine. Yarın, yarın tekrar ararım; başka bir yere gideriz bu kez. Şöyle kaplıcalı, saunalı lüks otellerden birine, bebek bakıcısı da olan, şehir dışındaki yerlerden birine götürürüm onları…
Böyle günlerde, tekrarlar cehennem değil, cennetti sanki. Zamanım yok diye diye ne kadar çok şey kaçırmışım, diye düşündü. Doğum günleri, hafta sonu toplantıları, yeğeninin doğumu…hepsi için zamanım var artık. Yine de…yeğenimin büyüdüğünü asla göremeyeceğim, kiminle beraber olursam olayım, paylaştığımız hiç bir şeyi hatırlamayacak o insanlar. Her sabah aynı yağmurlu güne uyanıp aynı yağmurlu günü yaşayacağım; güneşi hiç göremeyeceğim artık. Güneş! Bir dakika!
xxx
Britanya Havayollarının müşteri hizmetleri temsilcisi telefonda kaçığın biriyle konuştuğunu düşünüyor olmalıydı.
‘’Nereye gitmek istediğiniz konusunda biraz daha kesin bilgi verebilirseniz uçak saatlerine bakacağım ama…’’
‘’Söyledim ya, önemli değil. Sıcak bir yer…Hindistan, Malta, Kaliforniya…Ekonomi, Business, Birinci Sınıf…hiç fark etmez. Bir saat içinde hava limanında olabilirim, bagajım da yok.’’
Saat farkını iyi hesaplarsam, diye düşünüyordu bir taraftan da, eğer İngiltere saatinden geride olan bir ülkeye uçarsam, günü uzatabilir miyim ki? Uçakta uyursam, yine yatağımda mı bulacağım kendimi uyanınca? Saatler batıya doğru mu geriye gidiyordu yoksa doğuya mı? Batıya galiba. Eğer gittiğim ülkede saat gerideyse…
Los Angeles Uluslar arası hava limanı çıkışında güneş parlıyordu; on bir saatlik yolculuktan sonra bile öğleden sonranın erken saatleriydi. Kötü bir tesadüf eseri yağmurlu bir güne rast geleceğinden korkmuştu Arın. Belki de Sina Çölünün ortasına bile gitse yağmur yağacaktı o gün. Her şey mümkündü. Ama öyle olmamıştı işte. Londra hava limanında aceleyle seçtiği giysiler yeni omuz çantasının içindeydi. Kalacağı beş yıldızlı otelin adresini verdi taksi şoförüne.
‘’Londra’dan geldim, yalnızca bir günlüğüne,’’ diye yanıtladı şoförün sorusunu. ‘’Ama acelem yok, yavaş yavaş gidelim. Biraz etrafı görmek isterdim.’’ Gülümsedi.
xxx
‘’Ama gülümsüyor! Beyin faaliyetlerinin de normal olduğunu söylüyorsunuz. Bu kadar zaman geçti, hiçbir düzelme belirtisi olmamasını nasıl açıklayabilirsiniz ki?’’
Boş bir koridorda, tekrar tekrar aynı sorulara muhatap olmaktan sıkılmıştı doktor belki, öyleyse bile hiç belli etmedi bunu. Haftalardır, her gün hastanedeydi bu insanlar.
‘’Daha önce de söylediğim gibi, beyin ölümü söz konusu değil, beyin faaliyetleri normal. Vücut fonksiyonları da normal, yani…nefes almak için makineye gereksinimi yok, görüyorsunuz. O nedenle umutluyuz zaten. Ama gülümseme dediğiniz, muhtemelen istemsiz bir adale kasılmasıdır. Polis sizinle yeniden konuştu mu?’’ Sorunun cevabını tahmin edebiliyordu doktor.
‘’Hayır, söyleyebilecekleri yeni bir şey yok, sadece bir kaza. Kırmızı ışıkta caddeye yürümüş işte,’’ dedi Arın’ın kız kardeşi Aslı.
‘’Kızım, yavrum! Sabah karanlığında…’’ Yaşlı kadının sesi acı yüklü, gözleri yaşla doluydu, kadıncağızın ne dediğini anlamadığı halde üzüntüsüne karşı duyarsız kalamıyordu doktor.
‘’Bakın, beynin nasıl çalıştığı konusunda bilgimiz hâlâ o kadar az ki,’’ dedi tekrar Aslı’ya dönerek.
‘’Ama yine de bir fikriniz olmalı, ne zaman…ne zaman uyanır diyorsunuz?’’
‘’Bilemiyoruz. Yarın, bir hafta, bir ay sonra…Yirmi yıl komada kaldıktan sonra uyanan hasta bile var. Tabii çok enderdir bu. Normalde, komada kalma süresi ne kadar uzunsa uyanma olasılığı da o kadar azdır, yani…uyanıp da normale dönme olasılığı. Ama henüz çok erken bunları konuşmak için. Belki…’’
xxx
Belki yarın rezervasyonla uğraşmadan, doğruca havaalanına giderim, diye düşündü Arın, otelin güneşli terasında buzlu kokteylini yudumlarken. Bu gece, yatmadan önce saat farklarına tekrar bakayım. Ya da, belki Aslı ve annemle buluşuruz yarın yine, öbür gün de daha uzak bir ülkeyi denerim. Hindistan…Londra’dan kaç saat geridedir ki?
‘’Affedersiniz…’’
Kırk kaşlarında, yakışıklı bir adam duruyordu önünde. Elinde bir şarap kadehi tutuyordu.
‘’Denize karşı oturmuş, öyle mutlu gülümsüyordunuz ki,’’ dedi adam, ‘’Çok huzurlu görünüyordunuz. Rahatsız etmek istemedim ama…acaba, size katılmamın bir sakıncası var mı?’’
Bir an düşündü Arın, sonra tekrar gülümsedi, ‘’Hayır, buyurun, oturun.’’
xxx
‘’Doktorun dediklerini duydun, anne,’’ Yaşlı kadını sakinleştirmeye çalışıyordu Aslı. ‘’Her an uyanabilir dedi.’’
‘’İngilizce konuştuklarınızın yarısını anlamıyorum ki,’’
‘’O zaman, benim dediklerime inanacaksın, değil mi? Bir hafta, bir ay, ne olursa olsun, uyanacak sonunda.’’ Umarım öyle olur, diye geçirdi içinden Aslı, hüzünle, umarım öyle olur.
‘’Burada ben de yeniyim, biliyor musunuz?’’ diyordu adam. ‘’Yarın, eğer vaktiniz varsa, şehri gezmek ister misiniz benimle?’’
‘’Yarın burada olmayacağım, maalesef,’’ dedi Arın. ‘’Ama eğer isterseniz, yemeğe çıkabiliriz bu akşam, yani, başka bir programınız yoksa.’’
‘’Hayır, tabii ki. Yani, hayır, tabii başka bir programım yok, demek istediğim, evet, çok iyi bir fikir akşam yemeği.’’
Tekrar gülümseyerek kadehini hafifçe kaldırdı Arın. Görülecek ne kadar çok ülke, gezilecek ne kadar çok kent, okunacak kim bilir kaç milyon kitap, seyredecek ne kadar çok film, yapılacak ne kadar şey vardı. Evet, bir günlüğüne, bütün dünyaya sahipti. Ve zamana.
Ufukta, tepelerin ardında güneş yavaşça alçalıyordu.